Hala en büyük kızımın anaokulu günlerini hatırlıyorum. Hayatını nasıl mümkün olan her şekilde umutsuzca zenginleştirmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Onu, doğasında akademik eğitim olan bir anaokuluna gönderdim.
Okulun odak noktası okuma, yazma ve matematik öncesi çalışmalarıydı. Evde yapması için ona özel yapbozlar aldım, kendi yaşıtı çocuklarla oyun grupları organize ettim, ona her gece kitap okudum, müzik derslerine yazdırdım ve müzelere götürdüm. Arkadaşlarım ve ben, çocuklarımızla birlikte “zenginleştirme sınıfları” bile yaptık: Sıralama, renklendirme, sayılar, harfler ve hatta oturma çalışmaları (!) bile yaptık. Bunların, onları ana sınıfına ve ilkokula hazırlanmalarını sağlayacağını düşünüyorduk.
Pek çok ebeveyn gibi benim de bir tutkum vardı: Çocuğumun akademik olarak başarılı olması. Ancak yaklaşımım tamamen yanlıştı. Evet, kızım sahip olduğu akademik becerilerle testlerden ortalamanın üzerinde puanlar alıyordu, ancak en önemli yaşam becerilerini kaçırıyordu. Anaokulu yılları sırasında olması gereken ve geliştirilmesi gereken becerilerden bahsediyorum. Anaokulu öğretmeni bir gün bana gelip “Kızınız akademik olarak gayet iyi gidiyor. Hatta bu alanda beklentilerin bile üzerine çıkıyor. Ancak paylaşma ve sıra bekleme gibi temel sosyal becerilerde sorunlar yaşıyor” dediğinde büyük bir uyanış yaşadım. Kızım sadece duygularını kontrol etme konusunda değil, kendi kendine oyun oynama konusunda da problemler yaşıyordu. Aynı zamanda kaygı sorunu ve duyusal sorunları vardı.
O dönem de çok fazla bilgi sahibi değildim, ama kızım o kadar küçük yaşta sosyal ve duyusal sorunlarla mücadele eden tek çocuk olmaktan oldukça uzaktı. Bu giderek büyüyen bir “salgın” haline geliyordu. Birkaç yıl önce ilerici bir anaokulunun saygın bir yöneticisiyle röportaj yaptım. Yaklaşık 40 yıldır anaokulu çocuklarına öğretmenlik yapıyordu ve son birkaç kuşaktır çocukların sosyal ve fiziksel gelişimlerinde büyük değişiklikler gördüğünü söylüyordu.
“Çocuklar gerçekten farklı” diye başladı anlatmaya. Bunu biraz daha açıklamasını istediğimde şöyle devam etti: “Çok daha kolay hayal kırıklığına uğruyorlar ve genellikle anında ağlamaya başlıyorlar.” Çocukların günde en az üç kez sandalyelerinden düştüğünü, daha az dikkatli olduklarını, sıklıkla birbirlerine ve hatta duvarlara çarptıklarını gözlemlemişti. “Bu çok garip, çünkü bu sorunları geçmişte hiç göremezsiniz.” Her ne kadar kendi okulu ilerici bir okul olarak kabul edilse de hala serbest oyunu kısıtlama baskısı hissettiklerinden şikâyet ediyordu. Sebebi, çocuklar anasınıfına ve ilkokula başlamadan önce onlardan beklenen akademik hazırlık konusundaki talepleri karşılamaktı.
Araştırmalar, küçük çocukların en iyi yaşadıkları oyun deneyimleriyle öğrendiğine işaret etmeye devam ediyor. Ancak yine de pek çok anaokulu, oyun bazlı öğrenmeden daha akademik olmaya doğru bir değişim yaşıyor. Bir anaokulu öğretmeni yakın bir zaman önce bana şunu yazmıştı: “Anaokulu öğrencilerim var ve ben bile onları bu küçük yaşta zorlama baskısı hissediyorum. Üstüne üstlük öğretmenlerin ne yaptıklarını ve niye yaptıklarını belgelemeleri ve haklı çıkarmaları konusunda o kadar fazla baskı var ki, rahat bir oyun ortamından taviz verilmiş durumda. Çocukların iyiliği için en iyisini yapmaya devam ederken, bir taraftan da çalışma ortamlarımızdaki büyüyen kısıtlamalara uymaya çalışıyoruz.”
Ebeveynler ve öğretmenler olarak çocuklarımız için organize edilmiş öğrenme deneyimleri sağlamak için çabalarken (tıpkı bir zamanlar benim yaptığım gibi), serbest oyun oynama fırsatları, özellikle de açık havada olanlar, bir öncelik olmaktan çıkıyor. Ancak ironik olan, çocukların gelecek yıllarda başarılı olmaları için ihtiyaç duydukları temel yaşam becerilerini açık havada aktif serbest oyun sayesinde öğrenmeye başlıyor olması.
Aslında çocukların güçlü bedenler ve zihinler geliştirmeleri için günlük olarak bolca tüm bedeni kapsayan duyusal deneyimlere son derece ihtiyaç duydukları dönem, 7 yaş öncesi dönem. Bu dönem akademik olmayan dönem olarak da biliniyor. Bu en iyi, duyuların tam olarak “ateşlendiği” ve küçük bedenlerin engebeli, öngörülemez ve sürekli değişen alanlarda mücadele verdiği açık havada gerçekleşiyor.
Anaokulu yılları sadece çocukların oyun aracılığıyla öğrenmeleri için ideal olmakla kalmayıp aynı zamanda çok önemli bir gelişim dönemi. Eğer çocuklara yeterince doğal hareket ve oyun deneyimi sunulmazsa, akademik hayatlarına bir dezavantajla başlıyorlar.
Sakar olmaya, dikkatini verme konusunda zorluk yaşamaya, duygularını kontrol etme konusunda sorun yaşamaya, zayıf problem çözme yöntemleri kullanmaya ve sosyal etkileşimlerde zorluklar yaşamaya daha fazla meyilli oluyorlar. Bizler ileri çocukluk döneminde sürekli baş gösteren duyusal, motor ve bilişsel sorunlar görüyoruz. Bunun bir sebebi de erken yaşlarda hareket etmek ve oyun oynamak için yetersiz fırsatlarının olması.
Peki, sorunlar baş gösterdiğinde yetişkinler olarak bizim doğal tepkimiz ne olur? Daha ilk etapta önlenebilecek olan sorunu düzeltmeye çalışmak. Çocuklar ilkokula geldiklerinde özel nefes teknikleri çalışmaları yapıyoruz, becerilerini geliştirmekle uğraşıyoruz, sosyal beceri grupları kuruyoruz ve sessiz olmayı ve odaklanmayı geliştirmeyi “öğretme” girişimi çerçevesinde özel egzersizler yaptırıyoruz. Ancak bu beceriler öğretilmemeli. Çünkü bunlar küçük bir yaşta en doğal anlamda oyun aracılığıyla kendiliğinden gelişmeli.
Eğer çocuklara her gün bolca akranlarıyla açık havada oyun oynama fırsatı verilmiş olsaydı, toplumumuzdaki küçük çocuklara özel egzersizlere ya da meditasyon tekniklerine hiç gerek kalmayacaktı. Bu kadar basit. Ne bu kadar fazla para harcamaya ne de üzerine bu kadar fazla düşünmeye gerek olacaktı. Çocukların sadece çocuk olmak için zamana, alana ve izne ihtiyacı var. Bırakın yetişkin tarafından yönetilen öğrenme deneyimleri daha sonra gelsin. Anaokulu çocuklarının oyun oynamaya ihtiyacı var!